19 Aralık 2012 Çarşamba

Futbol peygamberi: Johan Cruyff



Dünya futbol tarihinin en güzel sarışınıydı. Adeta bir baletti; zarafetiyle de büyülemişti. Onun adı güzel futbol demekti, daha Ajax’tayken markası ölümsüzleşmişti. 

Hollanda tarihinin gelmiş geçmiş ve gelebilecek en iyisi Johan Cruijff, 25 Nisan 1947’de Amsterdam’da merhaba demişti dünyaya. Ufacık yaşta babasını kaybetmişti. Mecburen çalışan annesinin işvereni, bir çocuğun, kulübün, ülkenin, hattâ dünyanın kaderini değiştirecekti… 

Ajax efsanesinin başlangıcı da belki kulüp yönetiminin bile bugün ismini bulamayacağı bir idarecisinin aldığı tarihî kararda yatar. Temizlikçi olarak bir kadını kulübe alırlar, o kadının çocuğu tarih yazar. 17’sinde ilk defa Amsterdamlılar tarafından sahaya sürüldüğünde, boynu bükük ayrılır sahadan. 

O gün GVAV’ı, bugünlerin Groningen’i maçı 3-1 kazanırken, kırmızı-beyazlıların tek golü o sarı çocuktan gelmişti. Ertesi gün gazeteleri süslüyordu, hem de farklı adlarla. Birisi De Kruyff demişti, diğeri Kruijff. Adını doğru yazan Algemeen Handelsblad da yaşında yanılmıştı! 

Onun dönemi başlıyor 
Soyadını yazmak ne kadar zor olursa olsun, çocuğun yetenekleri ortadaydı. Futbol dahisi Rinus Michels’in total futbol anlayışı Sarı Fare ile gelişir, Sarı Fare onla fenomen olur. Aslında santrafor oynasa da, zaman zaman o kadar geriye gelmektedir ki markajcılarının da aklını karıştırır. Bir mevkisi yok gibidir zira o her yerdedir! 

13. sıradan aldığı Ajax’ı, üstadı Michels ile arka arkaya şampiyonluğa taşırken, ezelî rakip Feyenoord’a da nanik çekmektedir sarışın delikanlı. Ne zaman formasına kavuşur, işte Ajax bir yenilmez armada hâlini alır. Ne zaman o yerini almıştır, total futbol manifestosu beyinlere kazınmıştır. Arka arkaya gelen şampiyonluklardan sonra, Milan ile Avrupa’nın en büyüğü olmak için çarpışır Ajax. 1969 yılının finalinde Nereo Rocco’nun catenacciosu, hayatının maçını oynayan Pierino Prati sayesinde Rinus Michels’in total futbolunu dörtlerken, kader ağlarını örmeye başlamıştır bir kere: Güneş, Hollanda’nın üzerine doğmuştur. 

1970-1971 sezonunun başında uzun bir sakatlık geçiren Johan, bir PSV maçıyla dönmüştü sahalara. Yalnız alışık olduğu üzere 9 numaralı forma yoktu üzerinde. Onun formasını Gerrie Mühren taşımaktaydı. Üzerine o gün geçirdiği numara bir efsane olacaktı futbolun numerolojisinde; 14, böylece doğmuştu! Sezonun devamında 14, önce AZ Alkmaar’a altı tane atmış, ardından da Avrupa’da final görmüştü. Bu sefer Wembley’e çıkan Rinus Michels’in talebeleri Yunan rakipleri Panathinaikos 2-0 ile geçerken, taraflı tarafsız herkes büyülenmişti. Hakkında çıkan bütün transfer dedikodularına, Sarı Fare, annesinin yıllarca temizlediği kulüp için yedi seneliğine imza atarak son vermiş, takımın başındaki futbol dahisi ise Katalan devinin transfer teklifini reddetmeyip Barcelona saflarına katılmıştı. 

Ertesi sene yine finale çıkar Ajax. Hem de bu sefer ezelî rakipleri Feyenoord’un sahasındadırlar. Rotterdam’a bisikletle mi gittiler bilmem ancak karşılarında yine bir İtalyan bulurlar. Catenaccionun asıl markalaştığı Milano’nun Mavilerini bu sefer Sarı Fare ile evirip çevirirler. Cruyff’un iki golüyle total futbolun fendi, catenaccioyu yener. Ajax’ın başındaki Stefan Kovacs, selefinin sistemini bozmayıp gülmüştür. 

1973’te Ajax, yine ligde kazanır. Belgrad’da Şampiyon Kulüpler Kupası’nı üçler. Bu sefer sahadan boynu bükük ayrılan Torino’nun Torinolular tarafından sevilmeyen siyah beyazlılarıdır. Gol Rep’ten gelmiştir. 1973 yazında Barcelona’dan gelen teklifi Ajax reddetmez ve Sarı Fare hocasının ardından Barcelona’ya imza atar. Camiaya altı şampiyonluk, dört Hollanda kupası ve üç Şampiyon Kulüpler Kupası kazandırmanın onuruyla ayrılır Amsterdam’dan. 
Cruyff olmanın zamanı geldi 
Artık futbol sahalarının Nijinskysinin, Cruyff olma zamanı gelmişti. “Cruijff’ten Cruyff’a geçilmesinin sebebi İngiltere’de daktilolarda –ij’nin olmamasıydı. İspanya’da da aynı şekilde anıldım zira birçok ticari faaliyetin içindeydim” diyen maestro, adını marka olarak tescil ettirdiğinde, iki yazılışı da kayıt altına aldırmıştı. 

En sevdiği mimarın, Gaudi’nin şehrine ayak basmıştı artık. Bütün şehir ondan tekrar yükselişin mimarı olmasını beklemekteydi. General Franco ile özdeşleşmiş Real Madrid’e karşı takımı kurtarabilecek miydi? 

1974 Şubatında, Barça Real’i Madrid’de beşlerken, Sarı Fare şiir gibi oynamıştı. Maçın neticesi o kadar ağırdı ki General Franco da Santiago Bernabeu da bir sene içinde vefat etmişti. Kral ölmüş, yeni kral doğmuştu veya İspanyolların deyişiyle kurtarıcı gelmişti. El Salvador, artık iş başındaydı. 

Yaklaşmakta olan Almanya’daki Dünya Kupası öncesinde Hollanda mutlak favoriydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan kelli acı anılar pek tazeydi hafızalarda. Avrupa’nın tozunu atan total futbol, bir zamanların düşman topraklarında ne yapacaktı? 

Hollanda, her maçta bir temaşa zevki verirken, kamplarındaki futbol dışı görüntüler ziyadesiyle yer bulmuştu tabloid gazetelerinde. Zaten basınla başı belada olan Sarı Fare üzerine bir senaryo oynanacaktı kupanın ilerleyen günlerinde. Hollanda güle oynaya finale yürürken, karşılarında ev sahibini bulmuşlardı. Yarı finalde Sepp Maier’in mucizevî performansı Polonya’yı durdurmayı başarmıştı. 

Almanya basınında Hollanda kampında çeşitli uygunsuzluklar yaşandığına dair haberler çıkar. İddialara göre Sarı Fare ve birkaç futbolcu çıplak olarak genç kızlarla görülmüştür kamp yapılan otelin havuzunda. Maçtan bir gün evvel tevatüre göre Cruyff’un hayatındaki en önemli isim olan eşi kırk küsur kere aramıştır kocasını. Ertesi gün de Sarı Fare, Meier’e takılır. Birinci dakikada rakibi topa değmeden öne geçen Hollanda, maçı Breitner ve Gerd Müller’in golleriyle 2-1 kaybeder. Maçın adamı, Maier’dir: Checkpoint Maier. 

Hollanda İkinci Dünya Savaşı’nın intikamını alamamıştı komşusundan. Futbol bir savaştır diyen Rinus Michels maç sonu “Biz, o savaşı kaybettik” derken, Hollanda’nın orta saha oyuncusu Willem Van Hanegem, ödül seremonisine bile çıkmamıştı. Feyenoord’un beyni, ‘ailesinin büyük bir çoğunluğunu öldürenlerin çocuklarının elini sıkmak istememişti’. 

orması emekli oluyor 
Barcelona’da bir de Kral Kupası kazanarak, ‘Yeni Dünya’nın yolunu tutar Maestro. Oradan bir sene Levante görür, ardından doğduğu camiaya geri döner. Ajax ile yine şampiyonluklar kazanmaktadır. Maestro, yeni nesil gençlere hemen kaynamış ve otuzbeş yaşın olgunluğunu sahaya ziyadesiyle yansıtmıştır. Bu ikinci Ajax macerasında, Jesper Olsen ile paslaşarak gol atmıştır penaltıdan. Ajax, sözleşmesini uzatmayınca ezelî rakip Feyenoord’a imza atar. Ajax, Amsterdam’da Feyenoord’u 8-2 ezerken, Marco Van Basten şov yapmıştır. Fakat sezonun sonunda yine ihtiyarlamış Sarı Fare şampiyon olur, Ruud Gullit ve şürekâsı sayesinde. İlk forma giydiği maçta gol attığı gibi son karşılaşmasında da Zwolle filelerini havalandırır. 

Birçoklarına göre Arjantin’deki askerî cuntayı protesto ederek katılmadığı 1978 Dünya Kupası’nda olmamasının başka bir sebebi vardı. 2008’de Katalunya Radyosu’nda 1977’de kendisinin ve ailesinin kaçırılma girişiminin kararında rol oynadığını söylemişti. Onla ne olurdu merak ediledursun, onsuz Hollanda şeref tribününe selâm vermemiş ve rengini belli etmişti. 

Futbolu bıraktıktan sonra teknik adamlığa soyunmuştu Hollandalı futbol düşünürü. Tabii ki de adresi Ajax’tı. Üstadı Michels’i kovalıyordu. İki şampiyonluk kazandırıp Kupa Galipleri Kupası’nı kaldırdıktan sonra tabii ki de Barcelona’nın yolunu tutmuştu. Dört lig şampiyonluğu, bir İspanya Kupası, bir Şampiyon Kulüpler Kupası, bir Süper Kupa, bir Kupa Galipleri Kupası kazandırmıştı ikinci yuvasına. 

Arada by-pass ameliyatı olur. Futbolu bırakmaktansa, sigarayı bırakıp lolipoplara sarılır. Yıllardır Barcelona denince onun adı akla gelir. Her transferde onun sözü geçer, kulüp başkan adayları onun elini öper. Belki bugünün kadrosunun temellerini atmamıştır ancak felsefesi kulübü sarmıştır. 

Real Madrid’e karşı direnişi başlatan Kubala’dan sonra Barça tarihinin en iyi ikinci futbolcusu seçilen efsanenin 60. yaşgünü şerefine Ajax, 14 numaralı formayı emekli etmişti. 

Herhâlde Feyenoord’da jübile yapmasından mütevellit yirmi küsur sene geçmesi gerekmişti bu kararı alabilmeleri için. Oysa ki o topu dürtmeyi bıraktığı günden beri öksüz kalmıştı sayılara tapanların gözünde 14. 

Onu Kaiser ile uğurlayalım: “O benden daha iyi bir futbolcuydu, ama ben dünya şampiyonuyum.” Evet, her şeyi kazandı, kazandırdı ama Dünya Kupası’ndan boynu bükük ayrıldı. Bu ağır sıklet unvanı için tek bir sefer şansı oldu. Onda da başaramadı. Müptelaydı ancak futbol mu sigara mı dendiğinde bir dakika bile düşünmemişti. Futbola aşkı hiçbir zaman bitmedi. 

Hâlâ peygamber olduğu Hollanda ve Katalunya’da bugün 65 yaşında olan Sarı Fare’nin iki dudağının arasından süzülecek kelimeler bekleniyor. Zaten ağzından çıkan birçok cümle, futbolseverlerin gözüne ayet gibi görünüyor. Sual olunmayacak kerameti Barcelona’nın yaptıkları milyonlarca insanı peşinden sürükleyedursun, total futbolun vezirinin zihniyetinin yeşil sahalarda kurduğu tarikat, her gün binlerce mürit kazanmaya devam ediyor. 

29 Kasım 2012 Perşembe

Manyağın Tekiydi...



Glasgow Rangers’ta ilk idmanıma çıkmıştım. Antrenman bitti, duşa gittim. Duştan çıktıktan sonra dolabıma yaklaştığımda kötü bir koku geldi burnuma. Sesimi çıkarmadım. Boxer’ımı elime alınca ağırlığı fark ettim. Gascoigne çoraplarıma da sıçmıştı. O gün donsuz eve döndüm. İlk gün şakasıymış. Gascoigne manyağın tekiydi ama çok yetenekliydi.” (1997’de Gattuso 19 yaşındayken İskoçya günlerinden bir anı.)

18 Haziran 2012 Pazartesi

Portakal :Orada Kal

Çok değil daha 2 sene öncesine kadar Dünya kupasında final oynayan bir takımdan bahsediyoruz. Elemelerde fırtına gibi esen takım  dün itibariyle Avrupa şampiyonası finallerinin gol atamayan ilk takımı oldu.Hollanda Euro 2012 elemelerinde oynadığı 10 maçta 37 gol atmıştı. Hollanda 3,7 gol ortalaması ile elemelerin en golcü takımı olurken Klaas-Jan Huntelaar ise 12 golle yine elemelerin en golcü oyuncusu olmuştu. robin van persie, wesley sneijder, arjen robben, klaas-jan huntelaar ve rafael van der vaart bu sezon kendi takımlarında toplamda 118 gol attılar. euro 2012'de ise sadece 2 gol.
  80'lerin sonunda van basten , gullit , rijkaard gibi isimler hem milan ile hem de milli takım ile avrupa'nın tepesine konarken aynı dönemlerde ajax'ın altyapısından yetişen van der sar , seedorf , davids , bergkamp , kluivert ve de boer kardeşlerden oluşan jenerasyonu 90'ların sonuna damga vurmuştu.

Bu isimleri izleyerek büyüyen ve belirli bir futbol kültürüyle yetişen sneijder , van persie , robben gibi isimlerden oluşan kadrosu ile hollanda ilk dünya kupası şampiyonluğu'na çok yaklaşsa da tarihin en iyi ispanyasını karşısında buldu. 2012 için en güçlü adaylardan birisi olarak gösterilirken avrupa şampiyonaları tarihinde 1984'te katılamadığı turnuvayı saymazsak 1980'den beri ilk defa gruplarda elendi hem de hiç puan alamayarak ve elenirken de oyuncularında özellikle son maçta hiç bir agresiflik ve hırs göremedik.

Eğer teknik ekip ve takım içindeki sorunlara önlem almazlarsa 2014 dünya kupası elemelerinde son dönemin yükselen takımları macaristan , romanya , estonya ve belki de form düzeyi avrupa'nın en dengesiz takımı olan türkiye karşısında özellikle deplasman maçlarında çok sıkıntılı dönemler yaşayabilirler.
   2010'da takıma oynattığı güzel futbolla finali gören Bert Van Marwijk'in saçma sapan tercihleri kenardan Philip Cocu'nun sesini çıkarmaması Hollanda'nın bir nevi sonunu hazırlamış oldu.  Artık Hollanda=Total Futbol  terimi 80ler'de kaldı.

2 Nisan 2012 Pazartesi

18 Mart 2012 Pazar

Yükseklik Korkusu: Bir Derbi Analizi

            Hitchcock'un Vertigo filmi gibi maçtı. İzlerken 'ne oluyor lan?' triplerinden kendinizi alamazsınız, neyin ne olduğunu ancak maç sonu her şey sakinleştiğinde fark etmeye başlarsınız. İlk yarım saat Stoch bu sezonun klişeye dönmüş iç saha performanslarından birini ortaya koyabilse maç 3-0, rakip de tamamen demoralize olacaktı. Vertigo benzetmesi ilk yarım saatten sonra devreye giriyor. Sanki birisi Fenerbahçe takımını James Stewart'ın filmdeki çıkmazlarına çeviriyor ve olan oluyor. Bir takım nasıl ilk yarım saatte bu kadar üst düzey performans sergilerken son 60 dakika sahadan 'süpürülür'. Daha farklı ve yerinde bir benzetme yapmak gerekirse bir takım nasıl Premier League seviyesinden Bank Asya 1.Lig seviyesine düşer. 
                Maçın içine dönersek... İlk olarak şunu söylemek gerekiyor; ilk 11'ler karşılaştırıldığında Galatasaray'ın 8-3, en iyimser ifadeyle 7-4 üstünlüğü var. Elmander gibi 'süper yıldız altı' bir oyuncunun bu Fenerbahçe savunmasını darmadağın etmesi değil etmemesi abes olurdu. Gönül-Kesimal-Yobo-Ziegler savunması herhalde Fenerbahçe tarihinin en zor günlerini geçirdiği şu zamanda işin tuzu biberi oldu. Orta alandaki Christian-Emre ikilisi hem birbirlerinden hem de ofans ve defans bloklarından o kadar kopuk ki Galatasaray orta alanı neredeyse çitlerle çevirip arsalaştıracaktı. Hagi'nin "artık beynim ayaklarıma hükmediyor" adlı muhteşem futbol vecizesini artık Alex'in de söylemeye başlaması lazım. Tamam attığı gol muhteşemdi ama bunun dışında ne yaptı diye tüm Fenerbahçe camiasının kendisine sorması lazım. Kadro kalitesi olarak Galatasaray'ın çok gerisinde olan Fenerbahçe'nin, 25.dakikada Alex-Selçuk değişikliğiyle Mourinho'nun deyimiyle kendi kalesinin önüne otobüs park etmesi lazımdı, çünkü çok açık ki hem mental hem fizik kondisyonu sıfıra yakın olan bir takımın, Şampiyonlar Ligi seviyesinde oyun oynayan bir rakibe karşı ezilmesi kaçınılmaz bir olaydı ki zaten kaçınılmadı. Alex'e neredeyse 50 dakika geç müdahale eden Aykut Kocaman'a eleştiri yapılacak çok da bir şey yok. Fenerbahçe yedeği olabilecek kapasiteyi anca bulunduran Kesimal-Christian-Topuz gibi adamları banko oynatmaktan başka çaresi yok, yedeklere baktığımızda Hurmacı-Çek-Dia-Bienvenu gibi adamların olması Fenerbahçelilerin kahrolması için yeter bile. Aykut Kocaman son 9 ayda Fenerbahçe'nin en kötü konumundaki kişi, bu tartışılmaz bile.
                Konuk takıma gelecek olursak. III.Terim dönemi tüm ihtişamıyla devam ediyor. Doğu Avrupa'nın tartışmasız en iyi kadrosuna sahip takımı şu anda. Önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkmaları başarı kabul edilmemeli. Dün akşama dönersek; kafalardaki kadroyu sahaya sürdü diyebiliriz Terim için. Son iki maça bakacak olursak son yıllardaki Barcelona - Real Madrid maçlarındaki Barcelona gibi oldu Galatasaray. Elmander-İnan-Melo-Ujfalusi-Muslera-Eboue gibi çok üst düzey oyunculara sahip olmalarının keyfini sürüyorlar son birkaç aydır. Bu takımı neredeyse sıfır maliyetle kurmuş olmaları ise muhteşem bir yönetim başarısıdır (Giden futbolculardan gelen bonservislerden bahsediyorum, fark en fazla -2 milyon euro). Dün gece rakibini 60 dakika boyunca ezen bir takımdı Galatasaray. Her ne kadar play-off garabetinde puanların bölünmesi saçmalığı gerçeğine rağmen bir şampiyon vardı sahada, Galatasaray'ı play-off'ta en çok zorlaması beklenen takımı hem de kendi sahasında bu kadar ezmesi, liderliklerinin normal sezonla sınırlı kalmayacağının göstergesi. Saha içinin temiz olduğu aşırı iyimser bir ifadeyle söylemek gerekirse geçen sezonun ikinci yarısını domine eden Fenerbahçe'nin mucizeye yakın bir geri dönüş gerçekleştirmesi yapması dışında Galatasaray'ı zorlayabilecek bir senaryo bile yok.

9 Mart 2012 Cuma

Avrupa Şampiyonası Gol Kralları



1960: F.Heutte, V.Ivanov,V.Ponedelnik,M.Galic,D.Jerkovic- 2 Gol
1964: Jesus Maria Pereda, Ferenc Bene,Dezso Novak-2 Gol
1968:Dragan Dzajic-2 Gol
1972:Gerd Müller-4 Gol
1976:Dieter Müller-4 Gol
1980:Klaus Allofs-3 Gol
1984:Michel Platını-9 Gol
1988:Marco Van Basten-5 Gol
1992:H.Larsen,K.Riedle,D.Berkamp,Brolin-3 Gol
1996:Alan Shearer-5 Gol
2000:Patrıck Kluıvert,Savo Mılosevic-5 Gol
2004:Mılan Baros-5 Gol
2008:David Villa-4 Gol

7 Mart 2012 Çarşamba

Messı vs Ronaldo

Herkesin merak ettiği soru: Neden herkes Cristıano Ronaldo'dan nefret ediyor ve Lıonel Messi'yi seviyor?Bu gerçekten de iyiyle kötünün savaşı mı ?
   Futboldaki rekabet kuralları düşünüldüğünde Cristıano Ronaldo'nun Messi'den nefret etmesi gerektiğini söyleyebiliriz.Bu kişisel birşey değil; her spor dalında rastlanan doğal bir durum.Bir insanın zirveye çıkmasını engelleyen başka birine negatif duygular beslenmesinde şaşılacak birşey yok.Ancak Ronaldo nedense Messi'den nefret etmiyor.Hatta hepimizin tahmin ettiğinin aksine,uykusuz geceler geçirdiğine ve kabuslarında Arjantinli oyuncuyu gördüğüne dair herhangi bir izlenim vermiyor.
  Şu an dünyanın her köşesindeki Messi sevgisi düşünüldüğünde bu durumun biraz hayal kırıklığı yarattığı söylenebilir. Futbol daima farklı toplulukların rekabeti olarak görüldü ve belki de bu yönü dolayısıyla bu kadar popüler oldu.Ancak öyle bir yanı var ki bütün futbolseverler ortak bir noktada buluşuyor:Herkes Messi'yi seviyor. Bu sevgi o kadar büyük ki dünyanın en iyi ikinci oyuncusu olarak kabul edilen Ronaldo bile durumdan rahatsız değilmiş gibi duruyor.
                                          Dövmem yok ama altın topum var.

5 Mart 2012 Pazartesi

Haftanın Fotoğrafı

Roma 2000-2001 Serıe A Şampiyonluğu: Cassano,Batıstuta, Capello

Haftanın Fotoğrafı

Brehme,Loddar,Litti,Völler

Italıan's Do It Better

Yine Bir başkent derbisi sona erdi. Sağcılar ve solcular yeşil zemin üzerinde kapıştı. Atılan her golden sonra ses bombaları Vatikandan duyuldu.Bu sefer derbinin galibi olan Laziolu taraftarlar önümüzdeki yıl yeni bir başkent derbisine kadar Roma sokaklarında başları dik şekilde yürüyecekler.Geçtiğimiz senelerde derbide Roma'nın bariz bir üstünlüğü olduğu aşikar. Bu yüzden son 2 senedir Romalı oyuncuların derbiye fazla önem vermediği göze çarpan detaylar arasında. Kaptan Tottı'nin dediği gibi: Bizim asıl hedefimiz 2001'den hasret kaldığımız serıe A şampiyonluğu.
Özellikle; 2000lerin başlarındaki derbilerde futbolcuların ağız dalaşı ve golden sonra siyasi mesajlar vermesi damga vurmuştu. 2005 yılındaki Lazıo-Roma maçında Dı Canıo'nun golden sonra faşişt selamı vermesi Romalıları çileden çıkarmış İtalya futbol Federasyonu tarafından 5 maç cezalandırılmıştı. Roma kaptanı totti 5-0 lık maçta taç çizgisi kenarındaki topu Lazıo yedek klübesine bilerek şutlayınca maç çığrından çıkmış Roma maçı 9 kişi tamamlamıştı.

Bu maçlardaki en önemli etken tabikide Roma Olimpiyat stadı.Roma'nın Lazıoya oranla taraftar sayısı üstün. Roma taraftarları curva sud'da yer alır ve en büyük taraftar grubu ''ultras'''lardır, lazio'lular ise curva nord'da bulunurlar irriducibili son yıllardaki en büyük taraftar grubudur.
ek olarak lazio 12 numaralı formasını taraftarları icin sonsuza kadar emekli etmiştir.Yeryüzünün en çok fişek patlayıcı ve türevlerinin kullanıldığı derbilerinden biridir.


27 Şubat 2012 Pazartesi

25 Şubat 2012 Cumartesi

Büyük Resim

            Oysa ne güzel hayallerimiz vardı mayıs ayının 23'ünde söke söke aldığımız kupanın kutlamasını Saraçoğlu'nda izlerken. İlk 11'de 10 milli takım oyuncusu vardı, milli takımında oynamayan tek isim de kulüp efsanesi Alex de Souza'ydı sadece. Bir de bu kadronun üstüne daha da fazla takviye yapılacak, UEFA'dan, yayıncı kuruluştan, TFF'den ve sponsorlardan gelen paralarla yaklaşık 100 milyon dolarla Türkiye'de şampiyonluklara Avrupa'da ise büyük başarılara imza atacaktık. Ama olmadı. Aldılar hayallerimizi elimizden. Daha ilk duruşmalarda paçavraya çevrilen bir iddianemeyle, kurgulanmış tapelerle, bilinçaltlarınaki nefretlerle, yıllarca saha içinde acı çektirdiğimiz herkes deyim yerindeyse çıldırmış, ağızlarından köpükler saçarak kuduz köpekler gibi üstümüze geldi. Ciğerlerini satsanız üç kuruş etmeyecek adamların söylediği laflara eğik başlarımızı kaldırarak cevap bile veremedik. "Biz şike yapmadık", "niye tutuklu futbolcu ya da hakem yok", "kulüp bütçesinden açıklanamayan tek kuruş bile yok neyle şike yaptık" sözlerimize aldığımız karşılıklar daha da alçakçaydı. Medya tarafından linç edilmeye başlandık. Devlet tarafından statları yapılan, örtülü ödenekten milyonlarca dolar söğüşleyen, ödeyemedikleri vergileri yine devlet tarafından temize çekilen kulüplerin taraftarları kanıtlanmış bir suç yokken ana avrat küfretti yöneticilerimize. İddianamenin daha ilk duruşmada delik deşik edildiğini yarım asırlık Galatasaray kongre üyeleri bile kabul etti artık.
               Madem saha dışına bakmayı seçiyorlar biz de saha dışına bakmaya devam edelim o zaman. Aylardır sayısız defa buluşan TFF ve UEFA neler konuşuyorlar acaba? Her buluşmalarında Fenerbahçe mi var? Varsa ne şekilde? UEFA'nın Fenerbahçe'yi önümüzdeki sezon da Şampiyonlar Ligi'nde istemediği açık ama ligin gidişatı Fenerbahçe'nin bir şekilde ligi ilk ikide bitirip Play-off'lara avantajlı bir şekilde gireceğini gösteriyor. Yani Şampiyonlar Ligi bileti için gişelerin önünde sıraya girmiş vaziyette. Bir defa daha soralım o zaman: TFF ve UEFA neler konuşuyor? Biraz geri çekilelim ve büyük resme  bakalım: her hafta saha içinde tekme tokat dayak yiyen bir Fenerbahçe ve bunlara sesini çıkarmayan hakemler (Bu akşamki Eskişehirspor maçında Eskişehirsporlu futbolculara çıkarılmayan minimum 10 sarı kart! Alper Potuk adlı futbolcuya çıkarılmayan sarı kart sayısı 6!! Geçen hafta Sivassporlu Enaramo'nun görmesi gereken minimum 5 sarı kart!!! Ondan öncekii hafta Karabükspor maçında yine dörder beşer sarı kart alması gereken oyuncular vardı ancak rakip takımlar hiçbir zaman eksik kalmıyor ve dövüş sporlarına tam gaz devam ediyorlar !!!!). Şimdi daha büyük resmi gördüysek bir kere daha soralım: TFF ve UEFA neler konuşuyorlar? Yanıt gayet basit: UEFA, Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nde görmek istemiyor ve bu nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin pek de umurunda değil.
               Saha içini konuşalım dediğimizde kaçanlara cevabımdır bu yazı: Alın size saha dışı!

20 Şubat 2012 Pazartesi

Buongıorno Juve

Stadio Oreste Graniollo'da  çalan son düdük, siyah beyazlıların 29. şampiyonluğunu ilan ediyordu. Reggina'yı 2-0 yenen Juventus, şampiyonluk sevincini ikinci kez üst üste yaşıyor ve formasına üçüncü yıldıza takmaya sadece bir şampiyonluk kalıyordu.Ama bu tablo kısa bir süre sonra kabusa döndü.Sezonu sadece bir mağlubiyetle bitiren ve bir sonraki sezon daha da güçlenerek uzun zamandır kazanamadığı Şampiyonlar Ligini kazanmayı hedefleyen Juventus'un önüne  bir engel çıkmıştı: Mayıs ayında patlak veren ve kendilerinin de dahil olduğu şike soruşturması...Klüp, suçlu bulunması durumunda şampiyonluklarının silinmesi ve Serie B'ye düşme tehlikesi ile karşı karşıyaydı.
14 Temmuz 2006,İtalya futbolunun çehresini değiştiren gün olarak tarihe geçti.Calciopoli skandalının yargılanma süreci bitmiş, kararlar açıklanmaya başlamıştı. Juventus,Milan,Fıorentına ve Lazıo suçlu bulunmuş, federasyon dört klübün de küme düşmesine karar vermişti.Temyiz sürecinde Milan,Fıorentına ve Lazıo paçayı kurtardı.Ama Juventus için sonuç değişmiyordu.Serıe A tarihinin en çok şampiyonluk yaşayan takımı, 2006-07 sezonunu Serıe B'de geçirecekti...
Serıe B'ye düşmek , Juventus için iki devrin sonu demekti.Bunlardan birincisi Inter'le beraber paylaştığı Serıe B'de oynamayan yegane takım olma sıfatını kaybetmek, diğeriyse artık dünya üzerindeki en güçlü takımlardan biri unvanını belki de sonsuza kadar rafa kaldırmak. Calciopoli öncesinde Juventus, Serıe A'da iki sene üst üste şampiyon olmuş,2003 yılında  Şampiyonlar Ligi'ni penaltılar sonucu kaybetmiş, her sezon transfer piyasasının en güçlü isimlerinden biri olmuş, kadrosunda dünyanın  en iyi futbolcularının bulunduğu bir takımdı.Serıe B'ye düşmesinin kesinleşmesiyle bu kadronun dağılacağı kesindi.Basın, takımın üzerine akbabalar gibi üşüşmeye başlamıştı.  Küme düşme kararı çıkmadan önce Juventusluları az da olsa sevindiren açıklama takım kaptanı Del Pıero'dan geldi. " Takımı bu zor günlerinde asla terk etmeyeceğim.Küme düşme kararı çıksa bile taraftarlarla birlikte klübü hak ettiği yere taşıyacağız" diyordu kaptan.
Ancak birçok oyuncu aynı görüşü paylaşmıyordu. Çok geçmeden yaprak dökümü başladı.Yılın futbolcusu seçilen Fabio Cannavaro ve orta saha Emerson, Real Madrid'e; Lilian Thuram ve Gıanluca Zambrotta Barcelona'ya; Zlatan İbrahimoviç ve Patrick Vıera Inter'e gitti.Efsanevi teknik direktör Fabıo Capello da Cannavaro ve Emersona katılarak Real Madridin yolunu tuttu.Anca Buffon, Nedved ve Trezeguet gibi isimler çok kolay takım bulabilecek olmalarına rağmen Del Pıeroyla birlikte Torino'da kalmayı tercih ettiler.Didier Deschamps önderliğinde klüp tarihinin ilk Serıe B sezonu başlamıştı artık. Neyse ki, Juventus 9 puan geride başladığı Serıe B'yi 85 puanla rahat bir şampiyonlukla bitirdi. Takım Serıe A'ya çıkarken Del Piero attığı 21 golle gol kralı oluyordu.Asıl zorlu serüven şimdi başlayacaktı.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Haftanın Fotoğrafı


Maradona&Pele . Rıo de jenerıo-1979
Beckenbauer ve Rummenigge antrenman sırasında.

The Good, The Bad and The Ugly

                Başlık Pep'in 3-4-3 kumarı, Gözü dönmüş bir egomanyağın zaferi ya da The Observer da olabilirdi. 'Olabilecek' olan başlıkları açıklayarak başlıyorum. 
        Pep'in 3-4-3 kumarı: Guardiola'nın kafasındaki plan büyük ihtimalle tüm sahayı parselleyerek rakibe nefes aldırmadan, sürekli pas yaparak Barcelona'nın farklı sonuçlar almasına yol açan 4-3-3 sistemini bir üst 'level'e çıkarmak. Yaklaşık çeyrek yüzyıl önce ülkemize de uğrayan Guus Hiddink'in efsanevi PSV performansının sistemi olan 3-5-2'yi uygumaya çalışırken yaşadığı zorlukları hatırlayın, sıradan bir takımı Avrupa şampiyonluğuna taşıyan sistemi denemeye çalışan bir çok takım ağır mağlubiyetler almaya başlayınca bu sevdadan vazgeçmişti. Yeniden günümüze dönersek, günümüzün tartışmasız en iyi futbolunu oynayan takımı Barcelona 'bir üst level operasyonu' başarıya ulaştırabilirse, zaten halihazırdaki sisteme anti-tez üretememiş bir futbol dünyası ne yapabilir ki? 09/10 sezonunda İnter'in yaptığı bu anti-tez'e en çok yaklaşan 'şey'di. O anti-tezin yaratıcısı olan Mourinho maç sonu bizzat "kalenin önüne otobüs değil gerekirse uçak" koyardım dememiş miydi? Barcelona'yı durdurabilmek için bilumum ulaşım aracından faydalanmayı bir kenara bırakırsak, Rijkaard göreve geldikten sonra Cruyff'un sistemini bir üst seviyeye çıkarmakla uğraşırken on binlerce beyaz mendil ellerdeydi Camp Nou'daki birçok maçta ama Laporta arkasında durdu ve bugünkü takımın temelleri atıldı. Bugün aynı zorlukları Guardiola'da yaşıyor ama ona beyaz mendil sallayacak ellerin sahipleri kendilerini teşhir edecek kadar akıl tutulması yaşamıyorlar. Bu sezon deplasmanda kazanılan maç sayısı 'iki' elin parmaklarını geçmiyorken Real Madrid gibi bir makineyle şampiyonluk mücadelesi vermeleri de epey zordu zaten. Pep'in kumarı bu sezon için sadece Kral Kupası'yla son bulacak gibi gözüküyor.
                 Gözü dönmüş bir egomanyağın zaferi: 90'lı yıllarda Sir Bobby Robson'la Portekiz'de tanıştığında da Chelsea ve İnter'le yaptığı ilk basın toplantısında da aynı şeyi söylemişti "I'm Jose Mourinho". YılmazVuralvari bir egodan çok GregoryHousevari bir egoya sahip olan Mourinho, FM oynuyor gibi yapıyor işini aslında. Mütevazi sayılabilecek bir Avrupa takımını önce UEFA daha sonra da Şampiyonlar Ligi Şampiyonu yaptı, Premier Lig'e gitti ve yarım asırdır şampiyon olamayan 'sonradan görme' bir takımı şampiyon yaptı ve finale çıkaramasa da sürekli Şampiyonlar Ligi'nde zirveye oynattı; 2004-05 sezonunda yarı finalde Liverpool'a elenirken Anfield'de oynanan ikinci maçta bariz hakem hatalarıyla elenmeleri onları İstanbul'da Ancelotti'nin çalıştırdığı Milan'ın rakibi yapamadı ki daha sonra Mourinho-Ancelotti rekabeti Milano şehrinde uzun sayılabilecek bir süre devam edecekti. Tuhaftır, Mourinho ayrıldıktan 1 buçuk yıl sonra Hiddink'in çalıştırdığı Chelsea yine bir hakem faciasıyla Guardiola'nın Barcelona'sına elenecekti (Chelskov'un hikayesine ileride ayrı bir yazıyla değinmek gerek). Mourinho her takımda yaptığı gibi Real Madrid takımına da ikinci yılında damga vurdu. Gol rekoruyla ve Kral Kupası'yla geçirdiği ilk sezonun ardından muhteşem bir galibiyet oranıyla Real Madrid'i 10 puan farkla zirveye çıkardı, Şampiyonlar Ligi grubundanki tüm maçlarını kazanarak bir üst tura çıktı anca Kral Kupası'nda havlu attı. İlk sezon oynanan 5 El Classico maçında 3 mağlubiyet, 1 beraberlik ve 1 mağlubiyet aldı ve sadece 1 kupa kazanabildi. Takımı şampiyon yapan Capello'yı "takımı iyi oynatmıyor" diye kovan bir camiadan bahsediyoruz ama şu anda Mourinho'dan daha iyisini bulamayacakları da bir gerçek. Kulübün gayrı resmi yayın organı Marca'da yer alan bir habere göre Alman Milli Takımını yaratan adam Löw, Real Madrid'in başına geçmek için hali hazırdaki takımıyla olan sözleşmesinin bitmesini bekliyor. Mourinho'nun İngiltere özlemini de göz önüne alırsak krallarının takımında Jose'li bölümler fazla uzun sürmeyecek gibi gözüküyor. Real Madrid'in ligde (ülkemizin güzide spor medyasının icat ettiği şekliyle) şampi... olması ve (Barcelona'nın dış saha performansına bakarak söylüyorum) Şampiyonlar Ligi'nin en büyük favorisi olması ve tüm bunlara eklenen "I'm Jose Mourinho" egosu sezon sonunda meydana gelecek bir ayrılık ihtimalini daha da güçlendiriyor. "Real Madrid şampiyon olabilir ama Barcelona'nın kendine has bir oyun tarzı var bunu yapamadılar" diyenlere ise aşağıdaki pas organizasyonu şeması katın olsun:
                  The Observer: Sezon başında oynanan İspanya Süper Kupası ikinci maçı sonunda çıkan olaylarda 'gözcülük' yapan adam kısa sürede futbol dünyası için bir kült karaktere dönüşmüştü. O adam, El Classico maçlarında ikiye bölünen futbol dünyasını temsil ediyor aslında. Mourinho'dan itibaren dozu katlanarak artan Real Madrid - Barcelona rekabetine ait her maçta tüm dünya nefesini tutup izliyor 90 dakikayı. Bu yıl da tüm futbol dünyası olarak 'The Observer' rolünü oynayarak takip ediyoruz rekabeti.

                13 Şubat'ta oynanan Real Madrid - Levante maçının 44.dakikasında penaltıyı kullanmaz üzere topun başına gelen Ronaldo, kaleci Munua ve hakemin yüzlerinin yakın çekimde gösterilmesiyle ilgili maçı anlatan Ercan Taner "İyi, Kötü ve Çirkin'in final sahnesi gibi" demişti. Bu sezonu tasvir eden en iyi laflardan biriydi.